İdeallerinden vazgeçmişti. Ne zamandı? Bir yıl önce mi? Bilmek ve hatırlamak istemiyordu. Kalabalık şehir onu yutar; önemsiz kılardı elbet. Ama ya hatıralar! Bu yüzden seçmişti kasaba doktorluğunu. Köşede unutulmak, unutmak, yitip gitmek, önemsiz hastalıklarla uğraşıp hiçlikle yoğrulmak istiyordu. Hemen, rahatsız edilmeden köreleceği bu sağlık ocağına atmıştı kendini. Sabah kapısını çalan o el olmasa, muhtemelen körelmeyi ve hiç olmayı da becerebilecekti. Elbette, bir-iki ilaç yazıp; birkaç tavsiyeden sonra postalayabilirdi onları. Suçiçeği olduğu apaçık olan bu çocuğa çok zaman ayırmanın bir anlamı yoktu. Ama öyle yapmadı. Daha doğrusu yapamadı. Çocuk gözler engelledi onu. Adını koyamadığı bir şey vardı o gözlerde. Anlamsız bakan, ama çok derinde tanıdık bir şeylerin oynaştığı, fakat kesinlikle rahatsız eden, acıtan gözler! Çiçek döken bu yüze, çikolatada unutulmuş çocuk gözler yakışabilirdi. Ama ya o derinlerdeki olgunluk? Bu gözler, çocuktan öte, bağımsız organlardı sanki. Ya da, bir yap-bozun eğreti ve yanlış parçasıydılar ve orada bulunuşları hatalıydı. Ama kesinlikle vurucu ve yaralayıcıydılar! Bu gözlerde bir aitsizlik vardı. Bir bilmece, ama yanlış zamanda ya da yanlış yerde sorulmuş bir bilmece. Neden ısrarcı bakışlarına cevap gelmiyordu çocuktan? Neden hiç bakmaması gereken yerlere saplıydı gözbebekleri? Acaba rahatsız mı etmişti onu? Hayır! Aslında rahatsız edici olan, ona bakmamakta direnen çocuk gözlerdi. Havadaki rahatsızlığın basıncı artıyordu. En az kendisindeki kadar, annedeki şüpheyi de fark etmişti. Açıklayabilirdi. (Açıklayabilir miydi?) Elbette durumun sübyancılıkla, sapkınlıkla uzaktan-yakından ilgisi yoktu. O, kabul edilebilir normlar düzeyinde yaşayan bir insandı. Israrcı bakışlarının nedeni; gözlerin onda yarattığı rahatsızlıktı. Ya da tanıdık şeyi yakalayıp (o tanıdık şey, her ne ise) anlayabilme umuduydu. Açıklayabilirdi belki; ama açıklamadı. Solüsyonu ve bir haftalık raporu yazıp, rapor sonrası kontrol istedi. Sessizce gittiler. Çocuk giderken, ona bakmadı. Bundan sonraki bir hafta, çok zor geçecekti. O gözleri yeniden görebilme isteğiyle yanıp-kavrulacak, beynindeki soru çengelleri ruhunu parçalayacak, kendini anlayamamanın çaresizliğiyle kabuslara bulanacaktı. Zor ve kahırlı olacaktı bekleyiş! Gelişse, yoğun anlaşılmazlığı ve sorularıyla, bir sabah açıverecekti kapısını. Odaya adımını atar atmaz, çivilendi gözleri gözlerine. İlk kez, o da gördü. Yo, hayır! Görmek, yanlış bir kelime. Bakmak daha yakışık alır. Baktı ve gasp etti. Havaya ağır bir elektrik yüklendi. Gözlerin bir savaşıydı bu. Belli ki, ikisinin de canı yanıyordu. Daha fazla dayanamadı çocuk. Annesine sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. -Ona ne yaptınız? diye inledi anne. Cevap vermedi. Ne diyebilirdi ki? Anne, zaten cevap beklemiyordu. Sanırım kördüğümün en sıkı noktasındaki gergin acıydı onu konuşturan. -Gözlerinin içinde bir şeyleri yakalamak ister gibi bakıyordunuz ona. Siz ısrarla, hatta çaresizlikle, umutsuzca bakarken; o, bakışlarınızı reddetti. Eve dönünce kızıma, neden size hiç bakmadığını sordum. Çünkü kızım, bakmayı çok sever. Yıllardır mahrum olduğu bir duyguyu doyurmak için, yorulmadan, arsızca, müthiş bir açgözlülükle bakar. Garipti, çünkü size hiç bakmadı. Sorumu " Ona bakmak, canımı acıtıyor. Bende, ona ait bir şey var sanki. Ne olduğunu bilmiyorum. Ama bakarsam onu bulacak ve benden geri alacak" diye yanıtladı. Size bakmak, kızımın canını acıttığı kadar, korkutuyor da Doktor Bey! Neden? Sanırım bize, bir açıklama borçlusunuz. Açıklamak istedi, ama kelimeler beceriksizce yuvarlandı ağzında. Sadece "Neden bakmayı çok sever?" diye sorabildi. -Kızım kördü. Uygun bir doku nakliyle, görmesi mümkün olan bir kör. Elbette evladım için gözümü feda etmeye hazırdım, ama canlıdan nakil yasaktı. Yıllarca seslerle yetindi yavrucak! Görmeye aç büyüdü. Nihayet, bir yıl önce, uygun bir dokunun bulunduğunu haber verdiler. Başarılı bir ameliyattı. O genç kadın sayesinde, kızım artık görüyordu. Dokuyu aldığımız kadın, trafik kazasında ölmüştü. Eşine teşekkür ve minnetimizi sunmak istedik. Doktorumuz; kadının bir çok organıyla, ölümü bekleyen insanlara hayat verdiğini, ama kocanın yeniden hayat bulan bu insanlarla tanışmak istemediğini söyledi. Garip bir durumdu. Yeniden hayat bulanlarla görüşmeyen koca! Neden tanışmamıştı onlarla? Çünkü Tülin'in ölümüyle yaşam kazanan bu insanlardan nefret ediyordu. Onun ölümünden yararlanmışlardı çünkü. Ama, şimdi, burada, bu kıyı-köşe kasabasında, Tülin'in gözlerini açtığı çocuk, onu bulmuştu. Ve hissettiği şey, nefret değildi. Tam tersi, sevgiydi bu. Adı konulmamış bir sevgi! Belki de, Tülin'in bir yerlerde, parçalar halinde de olsa, yaşıyor olma coşkunluğunun yarattığı yan bir duyguydu bu sevgi! Ve hayat kesinlikle delilik sınırında, aykırı sürprizlerle doluydu. -Adı Tülin Aylan mıydı? diye sordu fısıltıyla. Cevabı anneden bekliyordu besbelli. Ama konuşan çocuktu. -O, organlarını bağışladığı için, iyi yürekli biri olmalı. Senin gibi bir zalimle, nasıl evlenebildi? Çocuk, açıklama beklemeksizin tanımıştı zalim kocayı. Zalim? Zalim miydi gerçekten? Organlarını bağışladığını bildiren formu doldururken, zalim olmadığını düşünüyordu. Birazdan ağır kitaplarını, tozlu raflardan indirecek ve uzman doktorluk sınavı için çalışmaya başlayacaktı. Yaşama tutunmak için bir sebebi vardı. Başka yerlerde, başka kişilerde de olsa Tülin yaşıyordu. Üstelik bu, fiziki bir yaşamdı! Tülin'in parçalarıyla hayat bulan ve Tülin'i vücutlarıyla tekrar hayata kavuşturan bu insanları bulacak ve onlarla tanışacaktı. Artık biliyordu: Cerrah olacaktı ve yitip gittiği sanılan sevgilileri yaşatacaktı! Afife Yolmaz belki çok uzun ama gerçek itiraf....................................
|
0 yorum:
Yorum Gönder